DOLU DOLU GEÇMİŞ BİR HAYAT: RASİM ÖZDENÖREN

 

23 Temmuz 2022'de Hakk’a yürüyen, 7 Güzel Adam’ın son temsilcisi Rasim Özdenören’den geriye yüzlerce öykü, belki binlerce deneme ve makale kaldı. Onun kitapları dolduracak hayat hikâyesine kısaca göz atıyoruz.

 

İstanbul/Eyüplü Hakkı beyle Maraşlı Ayşe hanımın oğlu olan Rasim Özdenören 20 Mayıs 1940’ta Maraş’ta, ikiz kardeşi, şair Alaeddin Özdenören’den (ö. 2003) bir saat sonra dünyaya gelir. İkizlerin ikincisidir. Doğduğunda nefes alamamaktadır. Dayılarından birinin eşi olan Makbule hanımın “Bebeğin ayağına bir jilet atalım, bebek canlanır.” demesi ve kimsenin bunu yapmaya cesaret edemeyip, kendisinin yapması üzerine, nefes almaya başlar. İkizlerin ilkine Dulkadiroğluları Sultanı Alaüddevle’nin, ikincisine ise dedesinin (babasının babası) ismi konur. Alaeddin Özdenören aile içinde daha çok sevilen, öne çıkan, ilgilenilen, dikkatleri üzerine çekmeyi başaran, hareketli, dışa dönük biridir. Rasim Özdenören ise kardeşinin aksine içe dönük, oturaklı, dikkat çekicilikten uzak bir tabiattadır. Her şeye rağmen aralarında ciddi bir kavgaya, kıskançlığa, anlaşmazlığa veya rekabete rastlanmaz. Rasim Özdenören kardeşini bir kez, o da, “yıkanmak üzere teneşire uzatılmış” gördüğünde kıskandığını söyler: “Vakur ve muhteşem bir duruşu vardı orda.” İkizlerin bir de ablaları vardır: Nedime. Abla Nedime’nin ikizi olan Necibe ise henüz dokuz aylıkken ishalden ölmüştür.

 

Hakkı bey, inşaat mühendisi; fen memuru olarak Bayındırlık İl Müdürlüğü’nde çalışır. Ayşe hanım ise ev hanımıdır. Hakkı bey iş dolayısıyla Maraş’ta ikamet etmekteyken, Ayşe hanımla 1937 yılında evlenir. Evlendiklerinde Hakkı bey, Ayşe hanımdan 20-25 yaş kadar büyüktür. Hakkı bey sık sık uzun iş seyahatlerine çıkmaktadır. O yüzden ikizlerin bakımıyla, gelişimiyle ve eğitimiyle anneleri ve nineleri (anneanne) ilgilenir. Dedelerinin ve ninelerinin çocuklar üzerinde etkisi fazladır. Onların dindarlıkları, anlattıkları masallar, Karacaoğlan’dan okudukları şiirler çocukların ilk kültürel birikimlerini; insanlara ve hayata karşı duruşlarını, dine yaklaşımlarını ve duygularını oluşturur. Bunlarla birlikte çocukluklarının dolu dolu geçmesinde, yani zihinsel ve duygusal dünyalarının oluşmasında Maraş’ın olumlu etkisi yabana atılır gibi değil. Maraş’ın 1940’ları; o güven veren, çocuklar için bir cennet sayılabilecek sokakları, mahalleleri, tarlaları, insan ilişkileri, bahçeleri… düşünüldüğünde bu etki daha iyi tasavvur edilebilir.

 

Eğitim hayatında Rasim Özdenören her zaman çalışkan bir öğrenci olmuştur. Bazı söyleşilerinde birkaç defa arkadaşlarıyla birlikte okuldan kaçtıklarını söylese de anlattıklarından ve Cahit Zarifoğlu’nun iki yıl, Alaeddin Özdenören’in bir yıl okulu uzattıkları düşünüldüğünde, Rasim Özdenören’in derslerden kaytarmadığını anlayabiliriz. Üniversitede okurken edebiyata, özelde Dostoyevski’ye, genelde dünya görüşünün oluşumuna katkı sağlayacak kitaplara, sohbetlere, arkadaşlıklara ve diğer ilişkilere önem verdiği için, okulu bir yıl uzatır. Bunun dışında onu hem Malatya ve Tunceli’de ilkokulu ve ortaokulu, hem de Maraş’ta liseyi okurken gayet başarılı, öğretmenlerinin gözdesi, arkadaşlarının imrenerek baktıkları bir öğrenci olarak görüyoruz. Özdenören yalnızca sözel derslerde değil, sayısal derslerde de başarılıdır. Üst sınıftan öğrencilerin çözemediği problemleri; öğretmenin, sınıfından çağırtarak Rasim Özdenören’e çözdürmesi ve üst sınıf öğrencilere onu örnek göstermesi, başarılarından ve tanınmışlığından bir misal. Maraş Lisesi’nde de öğretmenlerin sordukları sorulara hemen cevap verir. Durumdan rahatsız olan sınıf arkadaşlarından “Hocaların her sorusuna cevap verme” gibisinden uyarılar alır. O yıllarda zengin, renkli, kalabalık ve curcunalı Maraş Lisesi’nde kimler okumuyordur ki. Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Akif İnan bunlar içinde en tanınmışları.

 

Rasim Özdenören okuma alışkanlığını 14- 15 yaşlarında beş yıl kaldıkları Malatya ve bir yıl kaldıkları Tunceli’de kazanmış. Oralarda Maraş’ın hasretini yoğun bir şekilde duyarak geçirdiği günlerde Ömer Seyfettin’in tüm hikâyelerini okur. Onun dışında Osmanlı tarihiyle alakalı broşürler, Hz. Ali’nin Cenkleri'nin yanı sıra Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun, Kerime Nadir’in, Esat Mahmut Karakurt’un kitapları ve bazen bir gün bazen de iki gün gecikmeli olarak gelen gazeteler, yazarın ilk okudukları arasındadır. Babası Hakkı beyin Cumhuriyet değil de Ulus gazetesi okuduğu için sürgün yetiği hesaba katılacak olursa, yazarın aslında okumaktan, kitaplardan ve gazetelerden uzak olmayan bir ortamda büyüdüğü; okumanın değerini erken yaşlarda edindiği anlaşılabilir. Okuma ve araştırma merakından dolayı onun yolu zaten yazarlığa ister istemez çıkacaktır. Maraş’la ilgili yazdığı kompozisyonu öğretmenleri tarafından çok tutulur. Ders kitaplarının edebi okuma parçaları da onun okuma şölenlerinin ayrılmaz parçasını oluşturur. Örneğin Necip Fazıl’ın şiirleriyle ilk defa ders kitaplarında karşılaşır. Çok hoşuna gittiği için bazılarını da ezberler.

 

Erdem Bayazıt bir gün “Ali bir hikâye yazmış” der. Arkadaşı Ali Kutlay’ın hikâyesini merak eden Rasim Özdenören gün boyunca hikâyeyi okumak için arkadaşını sıkıştırır. Ancak Kutlay bir şartla hikâyesini okutmayı kabul eder. O şart, Özdenören’in de bir hikâye yazmasıdır. Arkadaşının hikâyesini çok merak ettiği için hikâye yazmaya başlayan Rasim Özdenören, o yıllarda Kutlay’la onlarca, belki de yüzlerce hikâye yazdıklarını ve birbirlerine okuttuklarını belirtir. Hikâye yazmak ve okumak merakından dolayı o yıllarda Varlık ve Türk Dili dergilerine abone olurlar. Yazdıkları hikâyeleri dergilere göndermeye başlamışlardır. 1 Ocak 1957 tarihinde Rasim Özdenören’in yayımlanan ilk hikâyesi “Akar Su” da Varlık’ta çıkar. Nurullah Ataç’ı, Nabi Nayır’ı, Sait Faik’i ve daha birçok yazarı Varlık okuyarak takip eder. Onların dil tutumundan, ciddiyetlerinden; Batıcılık, Kemalizm ve siyasetle ilgili fikirlerinden etkilenir. Ancak ailesinden edindikleriyle okudukları arasındaki farklar onu düşünsel ve varoluşsal arayışlara iter. Bu sancılı dönem Sezai Karakoç’un “Ama biz Müslümanız!” cümlesiyle rayına oturur, istikametini net bir şekilde bulur.

 

Türkiye’de 1960’lar çalkantılı yıllardır. Her gün siyasi olaylar olmaktadır. İnsanlar her gün bir seçim yapmaya zorlanmaktadır. O yıllarda Rasim Özdenören liseden mezun olur ve İstanbul’a gider. Hiçbir politik oluşumun ve partinin içinde veya dışında, onlarla dolaylı veya dolaysız, aktif veya pasif bir ilişkisi bulunmaz. Onun uğraşlarının merkezini; inanç, düşünce, sanat ve edebiyat oluşturur. Eyüp’teki dededen kalma, eski, ahşap evde ikamet eder.

 

Alaeddin Özdenören’in bir yıl sonra Eyüp’e gelmesiyle anne babası da İstanbul’a taşınır. 1958 yılında Hukuk Fakültesine kaydolur. 1962 yılında ise İktisat Fakültesine bağlı Gazetecilik Enstitüsü’ne yazılır. Dostoyevski’nin eserleriyle ve Pakdil’in ısrarları sonucunda Sezai Karakoç’la tanışma da aynı yıl içinde gerçekleşir. Maraş’ta Karakoç’un kitaplarının dağıtımı ve satışı gibi faaliyetlerde bizzat bulunmasına, kitaplarını okumasına rağmen Karakoç’u anlaması, onun eserlerine nüfuz etmesi, Karakoç’un değerini ve önemini fark etmesi asıl, tanışmalarından sonra olur. Aralarındaki ilişki bir arkadaşlık veya dostluktan öte şeyh-mürit ilişkisine dönüşür. Şimdilerde garip karşılanan “ağabey” hitabı ve saygısı Özdenören’in neslinde mevcut. Pakdil, Karakoç ve Fethi Gemuhluoğlu; Özdenören’in nesline kelimenin tam manasıyla ağabeylik yaparlar. Onlar da ağabeylerinin sözlerinden çıkmazlar. Hatta Zarifoğlu’yla birlikte İstanbul’da bir dergi çıkarma hazırlığına başlayan Özdenören, derginin her şeyi hazırlanmışken, yani basılmasına birkaç gün kala, Karakoç’un “vazgeçin” sözüne binaen girişimlerinden vazgeçerler.

 

Özdenören velut bir kalem. Ayrıca sorumluluk sahibi… Neredeyse iş hayatıyla ilgili bütün kararlarını, ağabeylerine ve arkadaşlarına danışmadan, yani istişare etmeden vermez. Ekip çalışmasına öylesine düşkündür. Öyle ki Ayşe hanımla nikahlandıkları gün (yıl 1971), Akif İnan’ın telefonuyla Necip Fazıl’ın Ankara’ya geldiğini öğrenir ve tereddüt etmeden çağrıya olumlu yanıt verir. Çalışmaya, öğrenmeye, tahsile verdiği değeri de şuradan anlayabiliriz: Nişanlısını henüz doğru düzgün görmeden (yıl 1970, Ayşe hanım o sıralar Maraş’tadır, Rasim bey Ankara’da), nişandan birkaç ay sonra Kalkınma İktisadı üzerine yüksek lisans yapmak için ABD’ye gider. Orada iki yıl kalır. Kaldığı yıllar boyunca yüksek lisans derslerine yoğunlaşır. Deneme veya hikaye yazmaz. Arkadaşlarına bol bol ve uzun mektuplar yazar. Türkiye’deki hükümete muhtıra verilince, yüksek lisans eğitimini yarım bırakıp yurda dönmek zorunda kalır. Orada da hocalarının gözdesi bir öğrenci olmuştur. Hatta Türkiye’den çağrıldığında hocaları onu göndermek istemezler.

 

Amerika’dan döndükten sonra Özdenören askere gider. Altı aylık yedek subaylık eğitimini Bursa Personel Okulu’nda, sonraki on beş aylık askerlik hizmetini ise Şırnak’ta yedek subay olarak tamamlar. Kendisi acemi birliğindeyken oğlu Ömer Ümran doğar. Şırnak’ta yazmaya başladığı, üç bölüm olarak tasarladığı, yüz sayfalık ilk bölümünü tamamladığı, defalarca kaybedip yeniden bulduğu Kefaret adlı romanının yayımlanması halen beklenmektedir. Çözülme adlı hikâye kitabı da kendisi askerdeyken çıkar. Pakdil, onun Edebiyat’ta yayımlanan hikâyelerinden bir seçme yapar ve kitabı Edebiyat yayınlarından, Özdenören’e hediye olarak çıkarıp gönderir. Bu olay da Pakdil’le Özdenören arasındaki dostluğun kuvvetini, mahiyetini ve özelliklerini gösteren bir örnek.

 

Özdenören öykü ve denemelerini çoğunlukla Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergilerinde; Yeni Devir ve Yeni Şafak gazetelerinde yayımlar. Bir masanın başında saatler geçirebileceğini söyleyen Özdenören gerçekten de bir çalışma tutkunudur. Özdenören 1967 yılında çalışmaya başladığı Devlet Planlama Teşkilatı’ndan 2005 yılında emekli olur. 23 Temmuz 2022’te, geride yüzlerce öykü, binlerce deneme bırakarak, ahiret yurduna göç eyler.

 

Ömer Yalçınova

 

Evelâhir Sayı - 12